Yaşattığına acı vermeyen, geride bıraktığı sevdiklerine ise, çok büyük acılar yaşatan şeyin adını sorsalar ÖLÜM derdim. İnsanı, yaşadığı bütün acılarından kurtaran bir sıcak yüzünün olduğunu düşünerek, sıcak olarak da kabul edebilir miyiz bilemiyorum. Oysa soğuk biliriz yüzünü, yüreğimizi donduran ölümün.
Morgun yıkama bölümünde gördüm annemi, yattığı beton tablada tuttum yanaklarını, eğilip öptüm alnından. Giden ruhunun geriye bıraktığı o ciddi ve kızgın ifadesinde bir yumuşama, bir kıpırdama olmadı, hiç hareket etmeden bakıyormuş gibi süzdü beni. Ruhu, her yaşadığı acıyı, tatlıyı bedenine ilmik ilmik işlemiş ve tüm kalıcı izlerini hatıra olarak bırakıp uçmuştu.
83 yaş ve o yaşa sığdırılmış 67 yıllık evlilik. Geride bıraktığı hayat arkadaşının, yoldaşının, çocuklarının ve sevdiği can dostu akrabalarının göz yaşlarına aldırış etmeden giderken, “yaşayan her canlı gibiyim, sonucu bu işte” dersini verir gibiydi bana. Kurallara bağlı kuralcı yapısını bir kez daha hatırlattı dik duruşu ile, belki de son kez.
3 ağabeyi ve 5 ablası ile yaşadığı köy evinin hatta köyünün en güzel kızı, okumuş ve ilkokulu bitirmiş genç bir kız olarak, 17 yaşında tutmuş babamı elinden.
Bu Köy enstitüsü (Öğretmen okulu) mezunu genç delikanlı ile doğu illerimizin bir dağ köyünde başlayan aile yaşam mücadelesi, ekonomik açıdan travmalardan uzak olsa da psikolojik olarak çok fazla sorunu satın aldırmış, biriktirmiş ve sonuçlarını çok ağır yaşatmıştı anneme.
Korkunun, çaresizliğin, belirsizliğin ve seçeneksizliğe mahkûm yaşamanın, duygusal esaretin içerisinden sıyrılarak özgürlük penceresi açabilmenin hiç kolay olmadığı yılların çelişkisi içinde bocalamış durmuş.
Sevgili babam bazı şeylerin farkındaydı. Yapamadığı ve anlamadığı her şey adına tarla, dükkân, ev ne alırsa alsın tapusunu hemen annemin üstüne kaydettiriyordu. Tasarrufların varlığa dönüşmesi tam 50 yıl sürdü. Ondan sonra sürülen bu merhemler kalıplaşmış tutum ve davranışları değiştirmeye yetmedi elbette ki.
Ben o küçük kadının o narin yanaklarını annem olarak avuçlarıma aldığım o an başladım onunla konuşmaya. Anlamaya çalışmak için verdiğim bu çabayı, geç kalmış olmanın pişmanlığına boğdurmadan devam ettim konuşmaya, sorular sordum, yanıtlarını aradım. Aslında yazarak da konuşmaya devam ediyorum. Ben de ölene kadar da sürecek sohbetlerim.
Koruma güdülerini (ve annelik güdülerini) korkularının içerisinde doğuran, eyleme dönüştüren, kendisine verilecek sevgi ve saygıyı karşısındaki kişinin korkuları ile kazanmaya çalışan yanlış bir psikolojinin yaşam felsefesinde estirdi rüzgarlarını. Bu psikolojinin yarattığı devasa sorunlar ve yıllarca süren hastalıklardan sonra bütün acıları silip, onu alıp götüren ölümü ve elçisi Azrail’i göremedim. Ancak Azrail'in götüremediği şeyleri gördüm.
Ölmüş birine değil, yılların biriktirdiklerini konuşamadığım anneme baktım, sevgi ile baktım, birlikte yaşayamadıklarımızın pişmanlığı ile baktım.
İzmir’in Narlıdere ilçesinin tepelerinde kurulu, “Göm, bir daha gelme” ismini benim o an verdiğim oldukça dik ve korkutucu yolları olan mezarlığının muhteşem körfez manzarasına bakarken babamın annenize deniz manzaralı yer aldım deyişindeki samimiyetini asla unutmayacağım.
Yol arkadaşı yoldaşı, eşi için bir kez daha güzel bir şey yapmış olmanın gururu içindeydi. Çok güzel bir saflık çok güzel bir doğallık ve tertemiz kelimelerle donatılmış gururlu bakışlarını yaratan duygularını tarif etmem oldukça zor. Kelimelere sığamayacak, kelimeler ile anlatılamayacak kadar derindi.
Ben kendime değil, ÖLÜME baş sağlığı diledim.
Listesin de olan birini aldığını sanmış ama daha alamadan kaybetmişti, biz de kalanları alamayacaktı, alması da imkansızdı.
Annemizin bizimle yaşayan anılarına sarılarak yaşamaya ve yaşadıkça yaşatmaya devam edeceğiz elbette. O yüzdendir ki içimden haykırdım ;
Senin başın sağ olsun ölüm…
Yengem, Annem ve kucağında BEN yanımda Babam Yıl 1962
Kapak fotoğrafında annem kardeşimle birlikte poz vermiş. Duruşu ve zarafeti ile o fotoğrafı kapakta kullanmayı uygun buldum.
03/ Mayıs/2023
Comments